6 Haziran 2018 Çarşamba

AKŞAM GAZETESİ "ATATÜRK 27 MAYISÇI MIYDI?.." YAZARLAR: VEDAT BİLGİN

ATATÜRK 27 MAYISÇI MIYDI?..
YAZARLAR: VEDAT BİLGİN

m.aksam.com.tr

Atatürk 27 Mayısçı mıydı?
Bir derneğin 27 Mayıs darbesinin yıldönümünde önce açıkladığı sonra ‘bizim görüşlerimizi yansıtmıyor’dedikten sonra dahi yaptığı açıklamalar Türkiye’deki darbeci geleneğin bir ideolojik anlayış tarafından nasıl içselleştirildiğini, sahiplenildiğini göstermenin ötesinde sivil siyaset düşmanlığının kaynaklarının hangi zihniyet yapıları tarafından yeniden üretildiğinin görülmesi bakımından önemlidir.

“ ‘Otoriter’ ‘faşizan’ ‘sivil toplum karşıtı’ düşünce biçimleri kendilerini meşrulaştırmak için toplumun bir değer olarak gördüğü kavramları, şahsiyetleri, kahramanları kendileri için araçsal bir unsur haline getirmekte tereddüt etmezler. Açıkça ortaya çıkıp, çoğulculuğa, demokratik değerlere, özgürlüklere karşı çıkma cesaretine sahip olmadıkları için başta Milli Mücadelenin kahramanı, Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere birçok tarihsel kimliği istismar etmekten kaçınmazlar.” Gazi Paşa’nın adı bu tipler için öteden beri en çok kullanılmaya çalışılan, kendileri için bir kalkan haline getirmek için uğraşılan bir isim olmuştur. Bu durumun en çok Gazi’ye kötülük yapmak anlamına geldiğini de sağduyulu herkes kabul edecektir.

Gazi paşa’ya haksızlık
27 Mayıs sonrası bütün devlet kurumları militarist ideolojik anlayışa göre düzenlenerek ‘sivil siyaset’ adı sıkça zikredilen bir ‘vesayet rejimine’ dönüşmüştür. 27 Mayıs’ın başlattığı ve devlete yansıttığı bu faşizan anlayışın üç önemli özelliği hemen göze çarpacak kadar aşikârdır. Bunlardan ilki Atatürk adının darbecilerin bütün davranışlarını meşrulaştırıcısı olarak görülmesi; ikincisi ise 61 Anayasası’nın ‘ileri bir siyasal metin’ olarak takdim edilmesi; üçüncüsü ise, ordunun siyasal rejimin merkezine yerleştirilmesidir.

Burada hemen fark edilecek çelişkiler ortadadır: Atatürk orduyu siyasetin dışında tutmayı ilkesel olarak benimsediği halde orduyu siyasetin merkezine taşıyan 27 Mayısçılar kendi konumlarını nasıl Atatürk’le açıkladıklarını düşünmektedirler. Onlara sorarsanız neredeyse Atatürk’ün gizli bir 27 Mayısçı olduğunu söyleyerek anakronik olduğu kadar, Gazi Paşa’yı kendi militarist ideolojilerine ortak etmeye kalkacak kadar da cahildirler.

“Diğer bir çelişki bu cehaletin ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından önemlidir. Onlar 1961 Anayasası’nın ‘ileri bir anayasa’ olduğunu iddia ederken, devleti militarist örgütlenmeye, bir MGK devleti haline götüren bu anayasal yapının, nasıl geri bir karaktere sahip olduğunu fark edemez haldedirler.”

27 Mayıçılar ve fetö nerede buluşuyor?
Bütün bu tür düşünce sahiplerine, hâlâ 27 Mayısçı anlayışı terk edemeyen insanlara bakıldığında bu insanların çoğunun eğitimli, belli mesleklere sahip insanlar olduğunu görünce insanın aklına ‘peki bu adamlar neden böyle düşünmektedirler, zihniyet dünyaları neden sivil taleplere, sivil siyasetin dünyasına bu kadar kapalıdır’ sorusu gelmektedir. Bu kapalı zihin yapılarının Türkiye’nin yaşadığı bunca değişimden sonra hâlâ dünyada meydana gelen iletişim ve bilgi teknolojilerindeki dönüşüme rağmen varlığını koruması ciddi bir soruna işaret etmektedir.

“Demokratikleşme süreciyle, yaşanılan toplumsal değişim dalgalarına, ekonomide kat edilen bunca yola rağmen niceliksel olduğu kadar niteliksel olarak da önemsiz bir konuma gerilemiş de olsa bu zihniyet yapısının önemli bir sorun olmasının sebebi, bu tür monolitik düşünce biçiminin, militarist devlet anlayışının gizli faşizan örgütlere ilham vermesidir.”

Demokrasiye karşı olan güçlerin veya onları kullanan çeşitli servislerin bu düşünce biçimini nasıl Türkiye karşıtı bir yere, bir ihanete sürüklediği 15 Temmuz’da ortaya çıkmıştır.

Bu bakımdan FETÖ’cülerle, kendilerine farklı isimler veren demokrasi düşmanlarını besleyen bu zihniyetin tasfiye edilmesi demokratikleşme sürecinin önünü açacaktır.

27 MAYIS VE YASSIADA - "Gazeteci, Siyasetçi-Yazar: NACİ AKIN" 30 Mayıs 2018 Çarşamba // Manisa Olay Gazetesi

27 MAYIS VE YASSIADA
NACİ AKIN
30 Mayıs 2018 Çarşamba

Henüz altı yaşımdaydım, ılık bir Ankara akşamıydı erkenden yattık. Daha gün ağarmamıştı ki, dışarıdan gelen gürültüler ve babamın açtığı radyonun sesiyle uyandık. Abim ve ben yatak odamızın aralık kapısından annem ve babamı izliyorduk, endişeli yüzleri vardı ve birbirlerini teskin etmeye çalışıyorlardı. Radyoda tok sesli bir adam, yıllar sonra Alpaslan Türkeş olduğunu öğrendiğim kişi, darbe olduğunu ve ordunun idareye el koyduğunu söylüyordu. Tabi ben bir şey anlamıyordum ama sanırım abim olan bitenin farkındaydı.

Babam yerinden kalktı, tıraş oldu, abdest aldı ve namazını kıldıktan sonra en yeni elbiselerini giyerek beklemeye başladı. Çok geçmeden askerler kapıya dayandı, ellerinde thomson tüfekler, aldılar götürdüler babamı. Alt kat komşumuz Manisa milletvekili Orhan Ocakoğlu da aynı akıbete uğramıştı. Annem infial içindeydi, haykırıyor, isyan ediyordu. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Büyük bir elem ve keder içindeydik. Önce Harp Okuluna götürmüşler, ardından da askeri bir nakliye uçağıyla, kargo götürür gibi önce Yeşilyurt askeri hava alanına oradan da Yassıada’ya.

Yassıada’ya iki kez gittim. Aylar sonra görüşmeye izin verilince annem götürmüştü bizi. Kabataş iskelesinden silahların gölgesinde, bize reva gördükleri güverte altındaki havasız bodrum katında seyahat etmiştik. Adaya inişimiz, silahlı askerler eşliğinde tutukluların bulunduğu binaya gidişimiz, yanımızda bir üsteğmenin eşliğinde, sarılmamıza bile izin verilmeden hasret giderişimiz, üzerinden 57 yıl geçmiş olmasına rağmen hafızamdan hiç silinmiyor.

Durduk yerde Yassıada da nereden çıktı? Dediğinizi duyar gibi oluyorum. Durduk yerde çıkmadı, Sayın Cumhurbaşkanı Haber Türk televizyonuna verdiği özel mülakatta, önemli bir iş yapmış gibi kendisi getirdi konuyu gündeme. Büyük iş yapmışlar gibi elinde resimlerle anlattı nasıl tarihi yok ettiklerini. İbretlik çocukluk anılarımızı, bir dönemin iktidarının mensuplarının yaşadıkları acı hatıraları rant uğruna yok ettiler.

Ben Sinop cezaevini de, Ulucanlar cezaevini de gördüm. Düzene başkaldıranların da, eşkıyaların da, Sabahattin Ali gibi şairlerin de, Hilton koğuşu mağduru gazetecilerin de, Muhsin Yazıcıoğlu gibi gençlik önderlerinin de yattıkları koğuşları gördüm, hikayelerini öğrendim.

Ellie adasını da gördüm. Yüz küsur yıl önce Amerika’ya, Avrupa’dan ve dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadıklarını, çektikleri ıstırabı gördüm. Özgürlük Heykelini ve adasını da gördüm. Amerikan halkının özgürlük ve bağımsızlıklarına nasıl kavuştuklarının hikayelerini öğrendim. İspanya’da, Fransa’da dünyanın birçok yerinde böyle anıt mekanlar ve müzeler vardır.

Ne olurdu? Yassıada’yı da aynıyla muhafaza edebilseydik, yeni kuşaklara adaletin katledildiği mekanları tanıtabilseydik, orada yaşananları anlatabilseydik. Ne olurdu? Sayın Nilüfer Gürsoy Hanımefendinin, Mutaharre Polatkan Hanımefendinin, 92 yaşındaki annemin gazetelere yansıyan beyanlarına kulak tıkanmasaydı. Yassıada hadisesinden 20 yıl sonra bile henüz doğmamış bir çocuğun mesleki ihtiraslarına kurban edilmeseydi demokrasi ayıbının yaşandığı mekanlar. İlla ki özgürlük ve demokrasi adası denilmek isteniyorsa, utanç binalarını aynıyla restore edilir, en görünür yerine de gözleri bantlı devasa bir adalet heykeli dikilirdi. İstanbul’un tepelerinden, sahillerinden her yerinden görünür, tıpkı Manhattan’a gelen gemiler gibi İstanbul’dan gelip, geçen bütün gemiler de görürdü.

Sayın Cumhurbaşkanı iyi şiir okur, Necip Fazıl’ı, Abdurrahim Karakoç’u, Mehmet Akif’i, uğruna bir başka demokrasi ayıbı olarak hapis yattığı Ziya Gökalp’i iyi bilir. Ne yazık ki; Faruk Nafiz Çamlıbel’i bilmiyor. Faruk Nafiz Çamlıbel için orada bulunan ifadesi kullandı. Sanıyorum onun da tıpkı Halide Edip gibi, Arif Nihat Asya gibi, Demokrat Parti milletvekili olduğunu söylememişler kendisine. Elinde yazılı metinden Faruk Nafiz’in dörtlüğünü bile düzgün okuyamadı. Kendisi Milli Görüşçü gençlerin önderi olduğu günlerde biz demokrat gençliğin önderleri olarak o şiiri meydanlarda, kürsülerde inkisarı huşu içinde okur salonları inletirdik.

AKP ne zaman bir seçim olsa Menderes’i hatırlıyor ama bana göre söylemleri de hep yapmacık kalıyor. Menderes üzerinden CHP’ye yükleniyor, Millet İttifakında yer alan diğer partileri de CHP ile ortak olmakla suçluyor. Oysa Menderes’i ağzına alacak en son parti AKP’dir. Neden mi? Anlatayım.

27 Mayıs sabahı sadece cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekilleri ve bakanlar enterne edilmedi. Her ilde, ilçede hatta kasabalarda Demokrat Parti örgütünün ileri gelenleri, doğuda, güneydoğuda DP’yi destekleyen aşiret liderleri hepsi alındılar. Bazıları kısa süreli gözaltında kaldılar, bazıları Balmumcu garnizonunda, bazıları da Sivas kampında sorgusuz sualsiz aylarca tutuldular. O gün bu eza ve cefaya maruz kalanların, nahak yere hapsedilenlerin çocuklarını torunlarını CHP’nin de İYİ Partinin de milletvekili aday listelerinde görebilirsiniz, ama bir tane AKP’li göremezsiniz. Hiç mi dedesi, amcası, dayısı, eniştesi tutuklanan olmaz, ama yok işte. Ancak FETO ile resim çektiren vekiller ihmal edilmemiş.

İnfazların yapıldığı sabah Celal Bayar, İmralı adasındaki, hücresinden yüksek sesle yoklama yapar. İdam mahkumları “burada” diye cevap verir. İki isim okunduğunda ise cevap gelmez: Zorlu ve Polatkan. Menderes ise henüz oraya getirilmemiştir. Tam o sırada TBMM Reis vekili, Agah Erozan yanık sesiyle Kur’an okumaya başlar. İşte o idam mahkumu Erozan’ın oğlu bugün İYİ Parti Bursa liste başı adayıdır. CHP Isparta liste başı adayı sevgili kardeşimiz Mustafa Ceyhan’ın dedesi de Isparta’da tutuklananlardan. Keza Sayın İlhan Kesicinin babası ve daha birçokları da öyle. İYİ Parti ve CHP listelerindeler hepsi. HDP de bile var. Bitlis milletvekili Celadet Gaydalı’nın dedesi Selahattin İnan Yassıada’da idamla yargılandı, babası Abidin İnan Gaydalı ise Sivas kampı mağduru. O Dedesinin, babasının, amcası Kamran İnan ve kardeşinin yolundan gitmedi yanlış yola saptı ama hiç olmazsa AKP gibi bunu istismar etmiyor.

Hatalarıyla, günahlarıyla Yassıada tarihe mal olmuştur. Milletin gönlünden silinmeyen merhum Menderes de hatasıyla, sevabıyla tarihin derinliklerinde yerini almıştır. Bugün bunları istismara yeltenmek, onlar üzerinden siyasi rant devşirmeye kalkmak da abesle iştigaldir ve geri teper. Zira milletimiz artık, kavga istemiyor, kutuplaşma istemiyor, barış ve huzur arıyor. Geçmiş, geçmişte kalmıştır. İlkokula anasız, babasız tek başına başlamak zorunda kalan, onca acıyı yaşayan ben, artık bunu dert etmiyorum. Uzatılan barış elini tutuyorum.

Kalın sağlıcakla…

5 Haziran 2018 Salı

Hüseyin Yağmur "27 MAYIS DARBECİLERİ TÜRKİYE'NİN 50 YILINI ÇALDILAR" 27 Mayıs 2018 - Pazar

Hüseyin Yağmur 

27 MAYIS DARBECİLERİ TÜRKİYE'NİN 50 YILINI ÇALDILAR
27 Mayıs 2018 Pazar
Eskiler, 'Geçmişin aydınlığından istifade etmeyen, geleceğin karanlığında yürümeye mahkum olur' derler. Geri kalmış ülkelerin paylaştığı ortak bir kader ülkemizi de çepeçevre kuşatır. Kamuoyunu ve gelecek nesilleri aydınlatan bilgiler daha çok resmi ideolojinin propagandalarından ibarettir.

Eğer ülkede medya, aydınlar, sivil toplum kuruluşları gibi resmi olmayan dinamikler de esasen resmi ideolojinin birer parçası olmuşsa, doğru ile yanlışı ayırt edebilmek bir hayli zordur. Bu bilgi kirliliğinde olaylara ait gerçeklerden ziyade belirli mahfillerin görüş ve bakışları resmi tarihin yerini almıştır.

Ülkemizdeki siyasi hayatı ve demokrasiyi kökünden sarsarak 'hastalıklı' bir konuma iten 27 Mayıs Darbesi de aynı şekilde gerçeklerden daha çok efsane ve propaganda üzerine oturtulmuştur. Bu olay bugün de devam etmekte; 'Aslanların tarihi avcılar tarafından yazıldığından' ülkemizin bu en önemli siyasi depremi yeni nesillerce bilinmemektedir.

27 Mayıs Darbesi'nin temelinde yatan asıl gerçek, ülkenin yönetimini uzun yıllardır elinde bulunduran egemen iradenin seçimle gelen iktidarı, bir başka ifadeyle millet hakimiyetini bir türlü sindirememesidir.

Nimet Arzık'ın deyimiyle 'sarayla milletin bitmeyen kavgasıdır' bu. CHP'li Kerim İncedayı'nın deyimiyle, 'Haso'ya Memo'ya bu ülkenin yönetimini mi vereceğiz!' şeklinde açıkça ifade edilen duygunun Darbeye dönüştürülmüş halidir, 27 Mayıs. Bir nevi seçkinlerin kendilerine ait gördükleri ülkeyi geri alma girişimleri... Çünkü DP'yi ortaya çıkaran sosyal sınıf ile ülkenin egemen odakları aynı dokuyu paylaşmamaktadır.

1950 Seçimiyle ülke yönetimini elinden kaydırıveren Milli Şef İnönü'nün psikolojisi, 10 yıl pusuda ilmek ilmek bir ağ ören adamın psikolojisidir. Yine Nimet Arzık'ın ifadesiyle, İnönü ve çevresi iktidarı kaybetmeyi bir gün, bir saat bir an bile hazmetmemiştir.

Bir başka seçkin psikolojisi Darbeci General Muhsin Batur'un ifadesinde kendini bulur: 'Türk seçmeni kalitesizdir. Bunların seçtiği kimselerden hayır gelmez.'

Darbenin mimarı, manevi babası İsmet İnönü'dür. Bunu gerek Darbeciler gerekse CHP'li kurmaylar çeşitli tarihlerde açıklamışlardır. CHP'li milletvekilleri ise Darbenin tezgahlayıcı mühendisleridir. Bu konu da çeşitli şahit beyanlarıyla ortaya konulmuş. ülkede bir karşı devrim yapıldığına inandırılan genç subaylar ise CHP ve onun lideri İnönü tarafından bir Darbe emeline alet edilmişlerdir.

27 Mayıs Darbecisi Binbaşı Mehmet Özgüneş, Albay Emin Aytekin, Yüzbaşı Ahmet Er, Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, CHP milletvekili Dr. Lütfi Kırdar, CHP'li yönetici Avni Doğan başta olmak üzere birçok şahsın şahadetiyle İnönü ve CHP Darbenin tam içindedir. CHP'nin gençlik kolları da üniversite öğrencileri (!) olarak olaya zemin hazırlamışlar.

1957 seçimlerinden sonra artık bir daha seçimle iktidara gelemeyeceğine kesin kanaat getiren İnönü ve arkadaşları ülke iktidarına gelmenin yegane yolu olarak Darbeyi görmüşler ve bunu ustalıkla tezgahlamışlar.

Darbenin mimarı İnönü, subayların kendisine olan saygı ve bağlılığından istifade ederek onları mevcut iktidarı devirmede bir araç olarak kullanmıştır.

Nitekim Darbe lideri Org. Cemal Gürsel'in Darbenin hemen ardından İsmet Paşa'ya 'Emirleriniz bizim için bir peygamber buyruğudur' diyerek bir görüşme yaptığı kayıtlara geçmiştir.

Olayın bir de medya boyutu vardır. İsmet İnönü'nün damadı Metin Toker, çıkardığı Akis Gazetesi'yle bu cepheyi yönetmektedir. Yapılan yayınlar o kadar çok etkili olur ki, Darbeci Binbaşı Orhan Erkanlı, 'Akis okuyarak darbe yaptık' der.

Mevcut millet hakimiyetini bir türlü hazmedemeyen bütün güç odakları bir araya gelmiş, 27 Mayıs'ta gerçekleştirdikleri Darbeyle yönetimi seçilmişlerden alıp atanmışlara teslim etmiş ve sözüm ona bunu da Demokrasi adına yapmışlardır. İşin doğrusu şudur: Demokrat Parti iktidarın henüz üçüncü ayından itibaren cuntalar oluşturmaya başlayan ve darbe kararı alan Darbeciler, bundan sonra ortaya çıkan her türlü gelişmeyi bir Darbe gerekçesi olarak propaganda malzemesi yapmışlardır.

27 Mayıs Darbesi, sosyal ve siyasi anlamda maşeri vicdanda derin ve kalıcı yaralar açmıştır. Türkiye'yi yöneten meclisin üçte ikisi ve çok sayıda bürokrattan oluşan 600 civarında insan bir sabah evlerinden alınarak yaklaşık 2 yıl sürecek bir esarete tabi tutulmuşlardır. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bu 600 kişinin tamamı o ilk sabahtan itibaren işkence, tahkir ve aşağılanmaya uğramış, esaret kiminin canına mal olmuştur.

Darbenin hemen ardından büyük bir insan avı başlatılmış, Demokrat Partili ve Demokrat Parti'yle irtibatlı herkes bu kasırgadan nasibini almıştır. CHP'liler bu konjonktürü fırsat bilerek binlerce ihbar yaparak Darbecilere yol ve yön göstermişler, yüzlerce insan bu ihbarlar sonucu yerinden yurdundan edilmiştir.

Bu gözaltılar o kadar trajikomik bir hal almıştır ki, bir grup Darbeci, diğer grup Darbeciyi gözaltına almışlardır. Darbeci subaylar ülkeyi daha düne kadar yöneten insanları 'büyükbaş, küçükbaş' şeklinde tavsif etmişlerdir.

Darbecilerin kurdukları Milli Birlik Komitesi'nde çok geçmeden Milli ikilik çıkıyor. En önemsiz konuları saatlerce tartışırken, en önemli konuları geçiştiriveriyorlar. Zaman içerisinde darbeciler birbirlerine düşerler. Darbeden birkaç ay sonra 14 Darbeci yurtdışına diplomatik görev adı altında sürgüne gönderilirler.

27 Mayıs'ın gerekçesi olarak gösterilen tüm bahaneler uydurulmuş propagandadan ibarettir. Bunlardan en önemlisi Meclis'in tahkikat komisyonu kurduğu ve gazetecileri sorguladığıdır.

Halbuki mevcut 1924 Anayasası'na göre Meclisin böyle bir yetkisi vardır. Bunu Ordinaryus Profesör Ali Fuat Başgil açıklamış, İsmet İnönü de ikrar etmek zorunda kalmıştır. Nitekim aynı anayasaya dayanarak Takriri Sükun kanunları çıkarılmış, aynı yetkilerle İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.

Demokrat Parti'nin yeniden seçime gitmeyeceği bir başka kuyruklu yalandır. Darbeciler, DP'nin erken seçim yapacağını haber alınca, Darbeyi planladıkları tarihten önce yapmışlardır.

DP'nin kendine taraftar toplamak için 'Vatan Cephesi' adı altında bir oluşum kurması darbe gerekçesi sayılmıştır. Bir partinin kendine taraftar bulma amacıyla yaptığı çalışmayı Darbe gerekçesi saymak deli saçmasından ibarettir.

Öğrencilere ve üniversite mensuplarına saldırıldığı bir başka yalandır. Bütün bunların hepsinin Darbeye zemin hazırlamak için uydurulduğu bizzat Darbeciler tarafından açıklanmıştır.

Subayların tahkir edildiği ve ekonomik bakımdan zorlandığı bir başka yalandır. Ordu mensupları hem asker olarak, hem de sivil hayatta en iyi şartları DP döneminde yaşamıştır.Tek kelimeyle söylenecek olursa 27 Mayıs Darbesi ülkemizin elli yıllık insan birikimini bir gecede imha etmiştir.

İmha hareketinden nasibini alan 600 siyasi ve bürokrat genel olarak kamuoyunda bilinmektedir. Bunların üçte ikisi mebus, bir çoğu vali, emniyet müdürü, belediye başkanı gibi ülkemizin yönetim birikimidir.

Kökten imhaya uğrayan ancak bilinmeyen bir başka kurum daha vardır ki, bu kurum Darbeci subayların mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bizatihi kendisidir. Darbeciler akıl almaz bir mantıkla hareket ederek 'Sıfır general' formülü çerçevesinde 235 general ve tam 5.000 subayı bir gecede emekliye sevketmişlerdir.

Bir ülkenin 50 yıllık askeri yönetici birikimini bir gecede tasfiye eden, ordudaki hiyerarşiyi teğmenin albaya emir vereceği konuma geçirten Darbecilere maalesef 'dur' diyen de çıkmamıştır.

Darbeciler hızlarını bununla da alamamış bu kez üniversite camiasına el atmışlardır. En stratejik desteği aldıkları üniversite mensuplarını önce listeleyen, daha sonra 'şucu bucu' diye çeşitli gruplara ayıran Darbeciler ülkenin akademik insan birikimini de göz kırpmadan yoketmişlerdir.

Hepsinden önemlisi 27 Mayıs Darbesi ile Silahlı Kuvvetler bünyesinde başlayan siyasi deprem uzun yıllar boyunca sürmüş, bu süreç 22 Şubat ve 21 Mayıs 1961'de bir albayın siyasi iktidarı ve TSK'nın tavrını beğenmeyerek Darbeye kalkışmasına sebep olmuştur. TSK'nın bu virüsü bünyesinden atması uzun yıllar almış, faturası ağır olmuştur.

Albay Talat Aydemir'le darbeye kalkışan Harp Okulu öğrencileri okuldan atılmış 1.500 subay adayı ve 100 subay tasfiye olmuştur.

Darbeler ve darbe girişimleri bir ülkeyi geriye götüren, darbecilere de sonradan büyük pişmanlık veren gayrimeşru oluşumlardır. Darbenin önde gelen isimlerinden Binbaşı Orhan Erkanlı'nın üç itirafını arka arkaya koymak 27 Mayıs Darbesi'yle ilgili sanırız bir fikir verir:

(...) 28 Mayıs sabahı ne yapılacağını bilmiyorduk. (...) üç gündür Türkiye'yi idare ediyorduk. Ancak yıktığımız devletin altında kalmıştık.

(...) 27 Mayıs'ı savunan kimse kalmamıştı ortalıkta. Bizler yaptığından utanan pişman olan kişiler haline gelmiştik.

Ve bir ifşaat da bir ülkenin yönetimini tümden yargılayan ve ölüm cezasına çarptıran Mahkeme Başkanı Salim Başol'dan: Hükümleri biz vermedik. Hüküm, hükümlüden sorulur mu? Onları buraya getiren kuvvet böyle istiyordu.

Demokrasiye darbe: 27 Mayıs (YENİ ŞAFAK Gazetesi, 27 Mayıs 2018 - Pazar)

Demokrasiye darbe: 27 Mayıs
1950'da çok partili sistemle tanışan Türkiye, 10 sene sonra demokrasiye yapılan darbeyle karşı karşıya geldi. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve iki bakanın idam edildiği darbe, siyasi tarihimizde kara bir leke olarak anılmaya devam ediyor.

Başbakan Menderes ve iki bakanın idam edildiği 27 Mayıs darbesi, Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçti.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde demokrasiye vurulan ilk darbe, 27 Mayıs 1960'da dönemin iktidar partisi Demokrat Parti'nin (DP) "ülkeyi baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü" ileri sürülerek gerçekleşti.
Türkiye'nin 1946 yılında çok partili hayata geçmesinin ardından daha kurulalı 6 ay olan Demokrat Parti de kısa bir tereddüdün ardından seçimlere girme kararı almıştı. Demokrat Parti, 21 Temmuz 1946'da gerçekleşen genel seçimlerin ardından seçim yasasının antidemokratik hükümleri olduğu ve seçimlerde usulsüzlük yapıldığına yönelik eleştirilerde bulunmuştu. Bu nedenle 1946 seçimleri "hileli seçimler" olarak anıldı.
DP'nin "CHP'nin baskı ve müdahalesi altında bir seçim gerçekleştiğine" yönelik açıklamaları üzerine CHP, partiyi "halkı ayaklanmaya kışkırtmakla" suçlamıştı. CHP, bu argümanı 1950 yılında gerçekleşecek seçimler öncesinde de kullanarak daha iktidara gelmeden DP'nin "bölücülük" yaptığı şeklinde bir imaj oluşturmuştu. Bu iddia, DP aleyhine 1960 darbesine giden süreçte de en önemli argümanlardan biri olarak kullanılacaktı.
Yedi partinin katıldığı 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde DP ilk büyük zaferini kazandı ve yüzde 53 oy alarak 416 milletvekili ile meclise girdi. Aynı seçimde, CHP 69 sandalye kazandı.

Adnan Menderes, TBMM'de konuşma yaparken.
Ezan yeniden Arapça okunmaya başladı
Seçimi kazandıktan sonraki dönemde halkı yücelten bir politika izlemeyi tercih eden DP'nin ilk yıllarında yaptığı en önemli icraatların başında Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasına dair kanunun Meclise sunulup kabul edilmesi olmuştu.
Katılımın yüzde 88,63 gibi oldukça yüksek bir oranda gerçekleştiği 1954 seçimlerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin en yüksek oyunu alarak iktidarda kalmayı başaran DP, ilk yıllarından itibaren sivil ve askeri kanadın muhalefeti ile karşı karşıya kaldı.

27 Mayıs darbesine giden yol
Türkiye Cumhuriyeti'nin darbeler tarihi 53 yıl önce 27 Mayıs 1960 ile başladı. 27 Mayıs'tan önce öğrenci olayları arttı, asker içinde hareketlenme başladı ve toplumsal kutuplaşma had safhaya vardı. 27 Mayıs öncesinde yaşanan bu olaylar darbeye adeta zemin oluşturdu.
6-7 Eylül Olayları
Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin yanındaki Türk konsolosluğunun bahçesine atılan iki bombadan birinin patladığı, evin ve konsolosluk binasının camlarının kırıldığı haberi ile Ankara, İstanbul ve İzmir'de halkın sokağa dökülmesi ile 6 Eylül 1955'te başlayan "6-7 Eylül Olayları"nda, azınlıkların çoğunlukta yaşadıkları semtlerde yangınlar çıkarılmış, kiliselere ve mezarlıklara saldırılarda bulunulmuştu.
6-7 Eylül olaylarına ilişkin Yassıada'da dava açılmasında en büyük rol, Fuad Köprülü'nün olmuştu.
27 Mayıs 1960 darbesinden sadece 8 gün sonra bir gazeteye röportaj veren Köprülü, 6-7 Eylül Olaylarıyla ilgili dönemin Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakan Adnan Menderes'i suçlayarak "Bu müessif hadisenin baş tertipçisi ve müsebbibi bizzat Menderes'ti. Kıbrıs'ı fethetmek için bu şekilde bir yol takip etmeyi doğru bulmuştur" ifadelerini kullandı.
Atatürk'ün evinin bombalanması hadisesinin de bir tertip olduğunu ileri süren Köprülü, "Bizzat tertipçisi Menderes'tir. Kendisine bu aklı yine Kıbrıs fatihlerinden Zorlu vermiştir." iddiasında bulundu.
Bu iddialar üzerine, darbeden sonra Yassıada'da alelacele bir 6-7 Eylül Olayları davası açılmış ve Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu altışar yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Demokrat Parti'nin kurucularından ve Dışişleri Bakanı olan Fuad Köprülü ile hayli uzun süren bir çekişme içine giren Zorlu, 1957 seçimlerinden sonra 25 Kasım 1957'de Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu.
Fuad Köprülü'nün, kişisel husumeti nedeniyle böyle bir röportaj verdiği ve Zorlu'nun mahkum edilmesini istediği iddia edilmişti.

9 Subay Olayı
DP, 1957 seçimlerinde oy kaybetmiş olmasına rağmen, 424 sandalye kazanmayı başarmıştı. Seçimlerden kısa süre sonra yaşanan "9 Subay Olayı", ordu içinde bir grup subayın hükümete komplo hazırlamak suçundan tutuklanıp yargılanmaları şeklinde gerçekleşti.
DP'nin iktidara gelmesinin ardından bir grup subayın ordu içinde kurduğu örgüt, 1950'li yılların ikinci yarısında genişlemeye başladı.
Hükümete yapılan ihbar neticesinde ortaya çıkan grup, DP iktidarına karşı darbe düzenlemek amacıyla kurulmuştu. 9 Subay Olayı, yaklaşık 3 yıl İstanbul'da etkinlik gösteren, ordu içindeki gizli örgütün kısa dönemde zayıflamasıyla son buldu.
İnönü'nün "Büyük Taarruz" gezileri
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 29 Nisan 1959'da batı illerini kapsayan ve "Büyük Taarruz" adı verilen bir geziye çıkmıştı. 48 milletvekili, partililer ve gazetecilerden oluşan grubun ilk durağı Uşak olmuştu. Grup burada hükümet tarafından organize edildiği öne sürülen bir grup gösterici tarafından protesto edilmiş ve 16 yaşındaki bir göstericinin attığı taş ile trenle Uşak'tan ayrılırken İnönü yaralanmıştı.
Ancak bu olayın, tren içinden yapılan bir provokasyon üzerine gerçekleştiği, yıllar sonra İnönü'nün Uşak gezisini izleyen gazetecilerden Güngör Yerdeş'in hatıralarında ortaya çıkıyor. Yerdeş, trenden bir şahsın peronda bulunan Demokrat Partililere el hareketi yapması üzerine taş atma hadisesinin gerçekleştiğini aktarıyor. O taşın da İnönü'ye değil el hareketini yapan kişiye atıldığını savunuyor.
İstanbul'a dönüşünde ise İnönü 4 Mayıs'ta şehre girerken arabası bir grubun saldırısına uğramış ancak iddiaya göre olaya polis ve asker müdahale etmemişti.
İnönü'nün 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye gelen treninin durdurulması emrine askerler itaat etmemiş, emre uymayan görevli binbaşı Selahattin Çetiner olay sonrasında emekli edilmişti. Ancak daha sonra Danıştay kararıyla göreve iade edilmiş ve 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette İçişleri Bakanlığı görevini üstlenmişti.
Yaşanan bu hadiseler "DP'nin tahammülsüzlüğünün ve diktacı rejim arzusunun bir delili" olarak lanse edilmişti.
Üniversite öğrencilerinin gösterileri
Türkiye'de 1946 yılında çok partili hayata geçilmesinin ardından, 1950 yılında iktidara gelen DP, 10 yıl iktidarda kaldı. DP iktidarının son dönemlerinde ülkede yaşanan gerilim, zaman zaman şiddetle kendini gösterdi.
Muhalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı İsmet İnönü'nün bazı yurt gezilerinin engellendiği ve saldırıya uğradığı iddiaları ortaya atıldı.
Üniversite öğrencileri, hükümet aleyhine gösterilere başladı. İstanbul Beyazıt Meydanı'nda üniversite öğrencilerinin eylemi sırasında Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz, seken bir kurşunun başına isabet etmesi sonucu hayatını kaybetti. Emeksiz'in "polis kurşunuyla hayatını kaybettiği" yönündeki haberler dolayısıyla olaylar daha da şiddetlendi. Ülkede yaşananlar nedeniyle İstanbul ve Ankara'da sıkıyönetim ilan edildi.
Ankara'da 5 Mayıs 1960'da bir öğrenci grubu, ''555K'' yani "5'inci ayın 5'inde saat 5'te Kızılay'da" koduyla gösteri düzenledi.
Adnan Menderes, kendisine karşı eylem yapılan yere giderek eylemcilerin arasına girdi. O sırada bir genç Menderes'in boğazını sıktı. "Ne istiyorsun" diye sorduğu gençten "Hürriyet istiyorum" cevabını alan Menderes, "Bir başbakanın boğazını sıkıyorsun bundan ala hürriyet mi var?" ifadelerini kullandı.
21 Mayıs'ta da Harp Okulu öğrencileri sokağa çıktı ve Zafer Anıtı'na kadar ''sessiz" yürüyüş yaptı.

İlk darbe üç darağacı
Türkiye'de on yıllık Demokrat Parti iktidarını sona erdiren 27 Mayıs 1960 darbesinin kurduğu darağacının gölgesi halen Türkiye'nin üstünde. 31 kişiye müebbet hapis, 418 kişiye hafif cezalar ve 15 kişiye ölüm cezası veren darbe yönetimi Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçti. 16 Eylül 1961'de Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu, 17 Eylül 1961 günü ise Adnan Menderes idam edildi.
Bildiriyi Alparslan Türkeş okudu
Olaylardan rahatsızlık duyulduğu iddiasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki bazı general ve subayların oluşturduğu 38 kişilik Milli Birlik Komitesi, "DP'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü" gerekçelerini ileri sürerek 27 Mayıs sabaha karşı yönetime el koydu.
Kurmay Albay Alparslan Türkeş tarafından Ankara Radyosundan okunan bildiriyle ''ihtilal'' duyuruldu. Bildiride, şöyle denildi:
"Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır."
Cumhurbaşkanı, Başbakan gözaltında
"Ülkenin gitgide baskı rejimine götürüldüğü" iddiasıyla Milli Birlik Komitesi tarafından gerçekleştirilen darbe sonrasında, bütün antidemokratik yöntemler devreye sokuldu.
Milli Birlik Komitesi, Anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri, DP'li milletvekilleri, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ile asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri gözaltına alındı. Adnan Menderes, aynı gün yurt gezisi kapsamında bulunduğu Kütahya'da Albay Muhsin Batur tarafından gözaltına alınarak Ankara'ya götürüldü ve daha sonra diğer tutuklu DP üyeleriyle Yassıada'da hapsedildi.
Yassıada'daki yargılamalar, 14 Ekim 1960'ta başlayıp 15 Eylül 1961'de karara bağlandı. Toplam 19 dosyada toplanan davalar, "anayasayı ihlal" davasıyla birleştirildi. 592 sanıktan 288'i için idam istendi. Kararı açıklayan Yüksek Adalet Divanı, 15 sanığı idam cezasına çarptırdı. Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idam kararları oy birliğiyle alındı. Celal Bayar hakkındaki karar, yaş haddi nedeniyle müebbet hapis cezasına çevrildi.
Eski TBMM Başkanı Refik Koraltan, eski TBMM Başkanvekilleri Agah Erozsan, İbrahim Kirazoğlu, eski Tahkikat Komisyonu Başkanı Ahmet Hamdi Sancar, eski Tahkikat Komisyonu üyeleri Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, eski bakan Emin Kalafat, eski milletvekilleri Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman ile eski Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun hakkındaki idam kararları ise oy çokluğuyla alındı.
Aralarında eski bakan, eski milletvekilleri, Tahkikat Komisyonu üyeleri, İstanbul Valisi ile İstanbul Belediye Başkanı'nın da bulunduğu 31 sanık hakkında ise müebbet hapis cezası verildi. Sanıklardan 92 kişiye 20 yıl ile 6 yıl arasında ağır hapis, 94 kişiye 5 yıl ağır hapis cezası verildi. Diğer sanıkların bazılarına kısa süreli hapis cezaları verildi, bazıları da beraat etti.
Birçok yabancı ülke lideri, idamların durdurulması için Cemal Gürsel başkanlığındaki Milli Birlik Komitesine defalarca çağrıda bulundu. Bunun üzerine Komite, Celal Bayar, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu dışındakilerin idam cezasını affetti. Celal Bayar'ın cezası yaş haddi nedeniyle ömür boyu hapse çevrildi.
Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, o gün başarısız bir intihar girişiminde bulunan Adnan Menderes ise İmralı Adası'nda 17 Eylül 1961'de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alındıktan sonra saat 13.21'de idam edildi.

Düşükler Yassıada'da
27 mayıs sonrası Yassıada'da tutuklu bulunan Demokrat Partililere kötü muamele yapıldığına dair söylentilerin çıkması üzerine, cunta tarafından Yassıada'da bir film çekilmesine karar verildi. Filmde, Adnan Menderes, Celal Bayar ve diğer Demokrat Partilililer, gerçek muameleden farklı bir şekilde gösterildi. Çekilen film tüm sinemalarda zorunlu olarak oynatılırken, Demokrat Partililere yapılan hakareti kaldıramayan Celal Bayar intihara teşebbüs etti.
İtibarı 1990'da iade edildi
TBMM tarafından 11 Nisan 1990'da kabul edilen bir kanunla Adnan Menderes ve onunla birlikte idam edilen arkadaşlarının itibarları iade edildi. Aynı kanun uyarınca Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun naaşları, 17 Eylül 1990'da İmralı'dan alınarak devlet töreniyle İstanbul Vatan Caddesi'nde yaptırılan anıt mezara taşındı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk darbesinin üzerinden geçen 52 yılın ardından 11 Nisan 2012'de TBMM'de Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyonda, 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası Alt Komisyonu da çalışmalarını tamamladı.
Bu arada, TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığı, eski Başbakan Adnan Menderes'in idam kararının iptalinin mümkün olmadığı ancak yargılamanın yenilenmesinin uygun olacağı yönünde 2 Ocak 2013'te Dilekçe Komisyonu'na görüş bildirdi. Görüş yazısında, Yüksek Adalet Divanı kararlarıyla ölüm cezasını oybirliği ile tasdik eden Milli Birlik Komitesi kararlarının TBMM tarafından iptal edilmesinin mümkün bulunduğu ifade edildi. Yazıda, Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile yapılan yazışmalar sonucu temin edilecek belgeler ile dosya içeriğinde yer alan belgelerin ayrıntılı tetkiki neticesinde 5271 sayılı kanunda sayılan nedenlerin bulunması halinde yargılamanın yenilenmesi yoluna gidilmesinin uygun olacağı kaydedildi.
Adnan Menderes'in Yassıada duruşmalarında avukatlığını yapan ve daha önce de TBMM'ye dilekçe sunan avukat Burhan Apaydın, TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığının ''Yeniden yargılama yapılabilir'' görüşü üzerine, yeni bir başvuruda bulunarak "Yassıada kararlarının yok sayılmasını" istedi.
Burhan Apaydın, 20 Nisan 2013'te, 89 yaşında hayatını kaybetti.

BU YIL DÖNÜMÜNDE DE MÜZMİN VE İFTİRA İLE MÜSECCEL ZİHNİYET "YALAN VE İFTİRALARINI" FÜTURSUZCA SÜRDÜRDÜ!.. SÖZCÜ (Sinan Meydan; 27 Mayıs makalesi) ADD TWİT-İ ve Oda Tv açıklaması!..

27 Mayıs 2018 Haberlerinden bazı Link'ler ve belgeler
Sözcü (@gazetesozcu)
Bizde “geçmiş” geçmiyor be arkadaş! Baksana! DP'nin partizan radyosunun yerinde bugün AKP'nin partizan TRT'si var. Yazık bu ülkeye! Yazık bu millete!
Sinan Meydan yazdı
sozcu.com.tr/2018/yazarlar/…

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/prt-partizan-radyo-televizyon-kurumu-2447050/

Hasan Emre OKTAY, Mehmet Arif DEMİRER'in Açıklamasına Cevap: "CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN VE 24 HAZİRAN SEÇİMLERİ" 27 Mayıs, Cumhuriyet, Demokrasi ve Demokrat Parti!..


CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN VE 24 HAZİRAN SEÇİMLERİ

Aziz dostlar demokrat olmanın ilk şartlarından biri empati yapabilmek ve farklı düşüncelere saygı göstermektir. Ancak bu demek değildir ki, yanlış bulduğumuz yaklaşımları, düşünceleri tenkit etmeyeceğiz. Elbette nezaket kuralları içinde tenkitlerimizi yapacağız ve belgelere dayanan mantıklı bulduğumuz, kendi görüşlerimizi anlatacağız.
O halde izninizle bu yazımda 24 Haziran seçimleri ile ilgili birkaç tenkit değil uyarı yapıp, konuyla ilgili doğruluğuna inandığım, kendi görüşlerimi dikkatlerinize sunacağım.
Bilindiği gibi bir süre önce DP adını kullanan parti, Ak Parti, MHP, BBP Cumhuriyet ittifakının karşısında CHP, İyi Parti, SP safında yer aldı. Hatta geçtiğimiz günlerde bu parti mensupları,  CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara-İstanbul arası ‘Adalet’ adını verdiği yürüyüşüne de katılmıştı. 
Diğer taraftan ‘Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi’ adına, içeriğine benim asla iştirak etmediğim bir bildiri yayımlandı. Bildirinin tanıtımında ifade edildiğine göre, Sayın Hüsamettin Cindoruk,  Rahmetli Celal Bayar’ın kızı, eski Demokratik Parti milletvekillerinden Sayın Nilüfer Gürsoy, İnönü’nün torunu Sayın Gülsün Bilgehan, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Metin Feyzioğlu (evet diyen de bizim hayır diyen de bizim demiş), AKP Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır (hayırlar tükenmez demiş) ile de görüş birliği içindelermiş. Nilüfer hanım çok sevdiğim, benim için çok değerli olan bir büyümüzdür. Hüsamettin Bey de son derece saygı değer bir insandır. 27 Mayıs, Yassıada mahkemeleri döneminde rahmetli Hasan Polatkan’ın avukatlığını yapmak gerçekten yürek isteyen bir iş idi. Menderes ve arkadaşlarının adını telaffuz ederken insanların sesini kıstığı ve acaba duyan oldu mu, diye korku dolu gözlerle etrafı kolaçan ettiği bir dönemde, Sayın Hüsamettin Cindoruk Polatkan’ın avukatı olma yiğitliğini göstermiştir.
Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi bildirisinin görüşleri ana hatlarıyla şöyle,
“24 Haziran seçimlerine halkın itimat etmediği bir YSK ile gidiliyor. 25 Haziran 2018 günü Türk Milleti, adalet, hakkaniyet ve hukuka aykırı biçimde dayatılan listelerden tercihlerini yaparak Cumhurbaşkanı ve yeni TBMM üyelerini seçecek. Seçim sonunda TBMM’nin yapısı nasıl oluşursa oluşsun, eğer Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse ‘Atatürk’ün Cumhuriyeti’ yıkılmış olacak. Bu harekât bir yıkım harekâtıdır. Eğer birinci turda Erdoğan % 51 oy alamazsa seçim sonucu ikinci tura kalırsa, yıkım harekâtı tamamlanamayacak ve iki hafta sonra bir daha sandığa gidilecek… Erdoğan İngiltere’de B ve C planlarından bahsetmiş, acaba 7 Haziran - 1 Kasım sürecini mi kastetti, bilmiyorlar.
Görüldüğü gibi Fethullah Gülen’in devletin, yargının ve güvenlik güçlerinin içine iyice yerleşmesinin yolunu açan 2010 referandumundan önce DP Genel Başkanı, tüm kadın DP’liler, hepimiz hayır demiştik. Ben (Mehmet Arif Demirer) Hayır’ın nedenlerinin DP ile AKP arasındaki farklılıklara dayalı olduğunu savunmuş ve farkların başında iki partinin Atatürk anlayışı olduğunu belirtmiştim.  AKP, Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyet ile sorunları bulunan bir partidir. Nitekim 2010 referandumundan 7 yıl sonra gelen 16 Nisan referandumu ‘Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin yıkım hareketidir.”
Bildiriye göre, bu iki referandum arasında olumlu bir şeyler de olmuş, ‘Hayır’ların sayısı artmış. Yazının bu kısmında seçimlerin ikinci tura kalacağından emin bir ifade ile bir anket yapılıyor. Zira muhalefetin hangi adayda birleşeceğinden emin değiller. Cumhurbaşkanı adayının kadın olması gerektiği bir takım rakamlarla isteniyor ve Meral Akşener karşısında Erdoğan’ın kaybedeceği belirtiliyor. Eğer muhalefetin adayı Muharrem İnce olursa, Erdoğan B ve C planlarını devreye sokacakmış. Ama bu planları görmeden de bir şey söylemek zor diye ekleniyor.
Aziz Dostlar bendeniz bir demokrat olarak, DP misyonundan gelmiş bir kişi olarak, Yassıada’da dönemin İstanbul Emniyet müdürü Faruk Oktay’ı işkenceler altında şehit vermiş bir ailenin ferdi olarak ve hatta Celal Bayar’ın, Adnan Menderes’in elini öpmek şerefini yaşamış bir vatandaş olarak herkesin, her gurubun, her partinin görüşlerine, içinde hainlik, bölücülük, terör, ahlaksızlık ve iftira olmadığı sürece saygı duyarım. Ancak geldiğimiz bu noktada belirttiğim gibi, bendeniz âcizane bazı uyarılar yapmak ihtiyacını duydum. Şöyle ki,
-Gerek DP’nin yaptığı girişimlerde, gerekse Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi bildirisinde tüm Demokrat Parti camiasını kapsayan bir ifade tarzı var. Bu yanlıştır. Zira son genel seçimlerde DP’nin aldığı oy oranı 0,15 gibi bir yerlerde. Dolayısıyla tüm DP camiasını kapsayan ifadeler, girişimler Celal Bayar-Adnan Menderes hatırasına zarar verir. Bu gün % 45-51 gibi bir oy oranı olan Ak Parti içine girin, Menderes’i sevmeyen ve Menderesçi olmayan bir kişi bulamazsınız. Gerek Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan gerekse Başbakanımız Sayın Binali Yıldırım tüm konuşmalarında yeri geldikçe Menderes anısını rahmet ve saygıyla anmaktadırlar. Türkiye’nin neresine gitseniz Bayar veya Menderes’in adı verilmiş bir bulvar, üst geçit, üniversite, hava alanı, kütüphane vb. görürsünüz. Allah razı olsun rahmetli Turgut Özal’ın cesur girişimiyle yapılan ve Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın naaşlarının defnedildiği Topkapı’daki Anıtmezar, her gün akın halinde insanlarımız tarafından ziyaret edilmekte, merhumlara rahmet duaları okunmaktadır. İç İşleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylunun, Yassıada’da mahkeme salonunda Menderes’in adı anılırken gözyaşları döktüğünü, hıçkırıklarını zor tutarak konuştuğunu bizzat yaşadım. Dolayısıyla bugün DP, Bayar, Menderes hatırası tüm Türk milletine mal olmuştur. Hiçbir partinin, gurubun, insanın inhisarında değildir. Bu durum cidden mutluluk verici bir gerçektir. Zira 27 Mayıs henüz yargılanmadı, 27 Mayıs sürecinde cezasız kalmış birçok cinayet var. Ancak huzur ve mutlulukla görüyoruz ki, İlahi Adalet sabırla hükmünü icra etmektedir.
-Yukardaki yazıda 2010 referandumu sanki bir yıkım döneminin başlangıcı gibi anlatılmış. Hâlbuki o referandum askeri vesayete nokta koymak üzere çok önemli bir uygulamanın da kabulünü içeriyordu. Hatırlayacaksınız 27 Mayıs darbecileri 1961 yılında TSK İç Hizmet Nizamnamesini kanunlaştırdılar ve İç Hizmet Kanunu yaparak 35. Maddeyi eklediler. 35. Madde,
“TSK’nın görevi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamaktır”
27 Mayıs’tan sonra başarılı olmuş veya olmamış 10’dan fazla askeri müdahale vardır ve bu müdahaleler, darbeler mazeretini, diğer bir deyişle yasal dayanağını hep bu maddeden aldılar. 2010 referandumunda bu madde düzeltilerek, istismara kapalı bir hale getirildi. Değişiklik,
 "Silahlı kuvvetlerin vazifesi; yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır"
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın öncülük ettiği, Türkiye için yaşamsal önemdeki bir girişimdir bu. Bilakis bu tarihten sonra, yıkımın darbeler organize edilerek gerçekleştirilmesi durdurulmuştur. FETO yapılanmasına bu tarihten sonra, Türkiye düşmanları tarafından verilen önem ve hız bu yüzdendir.

-Eğer 24 Haziran seçimlerini Erdoğan kazanırsa Cumhuriyetimiz, bildiride belirtildiği gibi asla yıkılmayacaktır. Bilakis devlet, çalışmalarında işlerlik ve sürat kazanacaktır. Çünkü tüm demokratik cumhuriyetlerde olduğu gibi bu yeni sistemde de hem Cumhurbaşkanı hem de Meclis halk tarafından seçiliyor. Böylece cumhurbaşkanı da Meclis de meşruiyet kazanıyor. Hatta Meclis ve Cumhurbaşkanı ikisi de halk tarafından seçildiği için çifte meşruiyetten bahsedebiliriz. 1980 darbesi öncesi parlamentonun bir cumhurbaşkanı seçemediği günleri hatırlayalım, kriz ülkeyi darbeye kadar götürmüştü. Artık saldırı altındaki Türkiye’nin bu tarz krizleri kaldırması mümkün değildir.
Bu yeni sistemde artık koalisyonlar dönemi bitiyor. Bu demektir ki hükümet krizleri oluşma ihtimali ortadan kalkıyor. Geçmişte bazı dönemlerde sıkıntısını çektiğimiz iki başlılık problemi de bitiyor. Rahmetli Başbakan Ecevit ve Cumhurbaşkanı Sezer arasındaki krizi hatırlayalım.
Türkiye’nin yapısına uygun olarak geliştirilen yeni Cumhurbaşkanlığı Sisteminde, Parlamento ve Cumhurbaşkanı birbirlerini düşürme, görevden alma, feshetme yetkilerine sahip değillerdir. Eğer seçilmiş Parlamento ve seçilmiş Cumhurbaşkanı uyum içine çalışamazsa hem Parlamentonun hem de Cumhurbaşkanının erken seçim kararı alma hakkı vardır. Erken seçim kararı hangi organ tarafından alınmış olursa olsun milletvekili seçimi ile Cumhurbaşkanının seçimi aynı anda birlikte yapılarak çatışma halkın iradesiyle çözüme bağlanmaktadır.

Yeni sistemde yürütme organı tek başlıdır. Cumhurbaşkanı hem devletin hem de hükümetin başıdır. Parlamento ise yasama yetkisini kullanır, yani kanun yapar. Cumhurbaşkanı da yürütme yetkisini kullanır. Bu iki organ birbirlerinden tamamen ayrı ve bağımsızdır. Hiç kimse aynı anda hem yasama hem de yürütme organı içinde görev alamaz. Bu uygulama da geçmişte çok canımız yakan, çoğunluğun kendi isteğine göre kanun çıkarmasını önleyen bir yeniliktir.
Yeni sistemde ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi geçerlidir. Seçilmiş Cumhurbaşkanı devlet ve hükümet başkanıdır ve yürütme yetkisine sahiptir. Cumhurbaşkanı yürütme görevini kendi atayacağı yardımcıları ve bakanlar ile yürütür. Cumhurbaşkanı tarafından atanan yardımcılar ile hükümet mensupları, eğer TBMM üyeleri ise görevleri sona erecektir. Bu durumda yasama faaliyetleri hükümetin kontrolünden çıkacaktır. Ayrıca geçmişte bakanlar, milletvekilleri arasında gördüğümüz husumet, kavgalar zemin bulamayacaktır.
Anlaşılacağı üzere seçilen milletvekillerinin görevi yasa yapma ve yürütmeyi yani Cumhurbaşkanı ve ekibini denetlemektir. Her kuvvet kendi görevini ifa edecektir. Bir kuvvetin diğer kuvvete karışması söz konusu olmayacaktır.
Aziz dostlar bu sistemde Atatürk’ün Cumhuriyetinin neresi yıkılıyor. Atatürk Anayasası yani 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununda kuvvetler birliği söz konusudur. Yasama, yürütme ve yargı tamamen TBMM’nin inhisarındadır, kontrolündedir. Bu yeni sistem de ise 1961 ve 1982 Anayasalarında da olduğu gibi ‘Kuvvetler Ayrılığı’ prensibi esastır. Amaç hükümet krizlerinden, koalisyon çıkmazlarından ve devletin hantallığından kurtulmaktır.
Bu sistemi yani başkanlık sitemini rahmetli Turgut Özal da, rahmetli Süleyman Demirel de, rahmetli Alpaslan Türkeş de, rahmetli Necmettin Erbakan da, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu da savunmuştur.
-Aziz Dostlar söz konusu bildiride ifade edildiği gibi, FETO yapılanmasının devletin içine sızması 2010’da değil 1970’lerde başlamıştır. Yukarda bahsettiğimiz gibi 2010 referandumu sadece 35. Maddeyi kaldırarak yıkıcı güçlerin darbe kartını kullanmasını zorlaştırmıştır. Ama 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi yine de can almadan önlenememiştir. 15 Temmuz’da 123 general olmak üzere 8.838 subay yakalanmıştır. İtirafçıların da verdiği bilgilere göre, ayrıca 2.101 hâkim, savcı, 1.485 polis vb. Bunların içinde Hava Kuvvetleri Komutanı bile var. Bu subayların o mevkilere gelmesi için 1980’lerde orduya girmiş olmaları gerekir. Bildiğiniz gibi eğitim kurumlarını da ele geçirmiş olan FETO terörizmi, çalınan soru listeleriyle kendi adamlarını, istedikleri kilit mevkilere yerleştirmişlerdir.
Fethullah Gülen’i ilk defa ABD’ye götüren devlet adamı CHP’nin ağır toplarından Kasım Gülek’dir. Süleyman Demirel’in de, Bülent Ecevit’in de, Tansu Çiller’in de Gülen ile çok yakın fotoğrafları, Gülen’i öven konuşmaları vardır. Fetullah Gülen’e kapılmayan tek siyasetçi rahmetli Necmettin Erbakan görünüyor. O da 28 Şubat gibi bir darbeye maruz bırakıldı.
Türkçe Olimpiyatlarını düşünün, o zaman kabaran milli duygularımızla, ben dâhil hemen hepimiz Gülen hareketini takdir ediyorduk. Hâlbuki FETO yapılanması CIA’nın ülkeleri ele geçirmek için planladığı silahsız işgal yöntemlerinden başka bir şey değil. OHAL’i eleştireneler, 15 Temmuz’da ne müthiş bir beladan kurtulduğumuzu lütfen unutmasınlar. 15 Temmuz 2016 günü cesur halkımız sabaha kadar, 250 şehit, 2.000 gazi ile bir İstiklal mücadelesi vermiştir. Bu konuda da Cumhurbaşkanımızın ve ekibinin yönetimi olağanüstüdür.
Eğer bu mücadele başarılı olmasaydı, yani darbe başarılsaydı, iki feci olasılık akla geliyor. Birincisi, Türkiye tam anlamıyla bir ABD-Israil mandası haline gelecek, Ermeni Soykırım tasarısı Türkiye tarafından da kabul edilecek, Ermenistan’a yüklü tazminat ödenecek, Kars, Ardahan gibi vilayetler Ermenistan’a verilecekti. Diğer taraftan Kobani haberimiz dahi olmadan Mardin, Dıyarıbakır gibi illeri Afrin Hatay’ı, Kilis’i içine alacaktı. Kıbrıs elimizden uçacak, belki Boğazların yönetimi dahi ABD tarafından yapılacaktı. Tabii Doğu Akdeniz yeraltı zenginlikleri zaten zengin ülkeler tarafından çıkartılarak pazarlanırken, biz yine Doğu Akdeniz doğal gazını parayla alacaktık. İkici olasılık, Türkiye kanlı bir iç savaşa girecekti. Böylece tüm enerjisini maddi manevi olarak heba edecekti. Bu iki olasılıkta dış şer güçleri ziyadesiyle memnun edecekti.
-Aziz Dostlar aramızda Ak Partiyi ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı sevmeyenler, islemeyenler olabilir. Bir demokrat olarak elbette saygı duyarız. Ancak gözlerden uzak tutulmaması ve unutulmaması gereken bazı gerçekler var.
Örneğin 2003 yılından beri nerdeyse 16 senedir, Türkiye gibi stratejik önemi çok yüksek, zor bir coğrafyada bulunan bir ülkede bu kadar süre, girdiği her seçimi oylarını arttırarak kazanmak ve iktidarda kalmak inanılmaz bir başarıdır hatta bir rekordur. Bu mucizevi başarı nasıl ve neden gerçekleşmiştir? Ayrıntıya girmeden kısaca hatırlayalım,
Benim Ak Parti ve Erdoğan ile ilgili dikkatim ilk önce sağlık sektöründe devrim niteliğindeki ıslahatlarla çekildi. 2003 öncesi Kılıçdaroğlu SSK Genel Başkanı iken eşimin rahatsızlıklarından dolayı, hastane kapılarında çok süründüm. SSK hastanelerine kokudan girilmiyordu. Hastane kapılarında yerlerde oturan, yatan insanlar vardı. Duvarlarda kan lekeleri feci manzaralar insanın kanını donduruyordu. SSK kartım Cerrahpaşa, Guraba, Marmara Üniversitesi Hastanesi gibi devlet hastanelerinde bile geçmiyordu. Devlet hastaneleri döner sermaye ile çalışıyor ve emekli sandığı mensupları haricindekilerden özel hastaneler gibi paralar alıyorlardı. İlaç almak ise tam bir işkence idi. Bir kere Göztepe SSK’ya sabah sekizde ilaç almaya gittim, bana güldüler, beşte gelip sıraya gireceksin dediler. Kan tahlili için sabah 5-6’da sıraya girilerek gidildiğinde ise 675.-700. Sıraları alabiliyordunuz. Hele ambulans hiç yoktu, özel ambulanslar ateş pahası idi. Hastaları ve yaralıları herkes eğri büğrü bir şekilde taksilere tıkardı, hastane yolunda ölen çoktu. Ne demişler, ‘Hafızayı beşer nisyan ile maluldür.’
Erdoğan ile birlikte binlerce ambulans, içindeki hemşire, doktor ile birlikte halkımızın hizmetine sunuldu. Allah muhtaç etmesin ama arayın 10 dakikada yanınızda bitiyor. Artık bir telefon veya internetten randevu alarak bir mütehassısın karşısına çıkıveriyoruz. Hele aile hekimi ve yazdırdığımız ilaçları anında en yakın eczaneden almamız bir devrim niteliğindedir.
Her zaman özlediğimiz toplu taşımacılık, metrobüs ile başladı. Avrasya, Marmaray, Hızlı Trenler, İzmit körfezi Osman Gazi köprüsü, Anadolu’nun her yerine yapılan duble yollar. İstanbul-İzmir arası çok kısa bir süre sonra 9 saatten 3.5 saate iniyor. 2003 öncesi uçaklar belli bir mutlu azınlığa aitti, ama Erdoğan’dan sonra halkımız uçak ile tanıştı, Trabzon, Malatya, Mersin vesaire nereye isterseniz otobüsten ucuz uçakla gidebilirsiniz. Eski iktidarlar sanki Türkiye 3-4 ilden müteşekkilmiş gibi sadece Ankara, İstanbul, İzmir biraz da Adana gibi şehirlere hizmet götürürlerdi. Şimdi şark anlayışı diye bir şey kalmadı. Doğu Karadeniz ile Doğu Anadolu’yu bağlayan Erzurum-Rize karayolundaki Ovit tüneli tehlikeli yolu 33 kilometre kısaltıyor; Doğu Anadolu’yu Malatya üzerinden Akdeniz bölgesine bağlayan Erkenek Tüneli muhteşem; Bitlis-Van karayolu üzerinde Kuskunkıran Tüneli; Doğu Karadeniz’i Doğu Anadolu’ya bağlayan tarihi İpek Yolu üzerindeki yeni Zigana Tüneli vb… Mesafeleri kısaltan ve güvenli hale getiren bu tünellerin sağladığı benzin tasarrufunu düşünün.
29 Ekim 2018 günü İnşallah 3. Havalimanımız açılıyor. Frankfurt havalimanının pabucunu dama atacak olan bu tesisimiz tüm transit geçişleri üzerine çekecektir ve dolayısıyla Türkiye’ye döviz yağacaktır. Bu havalimanımız 150 milyon yolcu taşıma kapasitesine sahiptir. Terminaller arası ulaşımın raylı sitemle yapıldığı 4 ayrı terminal binası, 165 yolcu köprüsü, 3 teknik blok ve hava kontrol kulesi, 8 kontrol kulesi, 6 pist, 16 taksi yolu, 500 uçak park kapasiteli 6,5 milyon metrekare büyüklüğünde apron, şeref salonu, kargo ve genel havacılık terminali, devlet konuk evi, 70 bin araç kapasiteli açık ve kapalı otopark, havacılık tıp merkezi, oteller, itfaiye, kongre merkezi, arıtma tesisleri gibi tesislerden oluşmaktadır.
-Aziz Dostlar bir anda aklıma gelen tesisleri saydım. Muhakkak unuttuklarım vardır. Bir de ‘Yeni Dünya Düzeni’ öngörüsüne göre Cumhurbaşkanımızın önderliği ile yapılmakta olan girişimler var.
Kanal İstanbul, Türklerin çılgın projesi;
Aziz dostlar, Türklerin çılgın projesi diyorum, zira devam eden satırlarda bahsedeceğimiz Israil’in de bir çılgın projesi vardır. Israil devletinde bu projeyi kimse tenkit etmez bilakis takdir ederken, ne yazık ki bizim çılgın projemiz, diğer bir deyişle Erdoğan’ın çılgın projesi bazı kesimler tarafından israf olarak nitelendirilerek eleştirilir. Bu eleştiriler kanaatimce son derece haksızdır. Şöyle ki,
Biliyorsunuz Boğazlardan gemi geçişiyle ilgili, 1936 yılında imzaladığımız bir anlaşma Montrö Anlaşması vardır. Bu anlaşmaya göre, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından ticari gemiler hiçbir kayda tabi olmadan, ücret ödemeden istedikleri gibi gelir geçerler. Keza savaş gemileri de Boğazlardan geçebilirler. Bu anlaşmanın süresi 20 yıldır. 20 Temmuz 1956 yılında 20 yıllık süre dolmuştur. Ancak Montrö anlaşması, hiçbir devlet tarafından feshedilmediğinden hala geçerliliğini korumaktadır. Panama Kanalından, Süveyş Kanalından geçen gemiler dünya kadar dolar öderken, Boğazlarımızdan geçen şilepler, tankerler hiç para ödemezler. Boğazlarda meydana gelen kazalar ve Boğazların kirletilmesi, çirkinleştirilmesi de işin cabası.
İşte 400 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde Kanal İstanbul yapılınca, Türkiye Montrö anlaşmasını fesih edecek ve Karadeniz-Ege Denizi geçişleri artık paralı olacaktır. 3. Havalimanından ve Kanal İstanbul’dan gelecek dövizler adeta Türkiye’de petrol çıkmış gibi bir etki yapacaktır inşallah. Kanal İstanbul etrafındaki yeşil alan, üzerindeki köprüler, bahçeli evler ve gökdelenleri ile muhteşem bir proje. Allah yapmayı nasip etsin. Projenin fizibilite safhası bitti.
Aziz Dostlar, yapımına başlanmakta olan Çanakkale Köprüsü de dünyanın en büyük köprüsü olacak inşallah.
-Gelelim Yavuz Sultan Köprüsü ve Yeni İpek Yolu Projesine;
Yavuz Sultan Selim köprüsünün yani 3. Boğaziçi köprüsünün üzerinde araç yollarının ortasında niye raylı sistem var? Gelin bu konuyu da irdeleyelim.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü, yenidünya düzeninin tam merkezindedir. Zira artık dünya ekonomisinin merkezi Türkiye’nin doğusuna doğru kaymaya başlamıştır. Orta doğudaki bitmek bilmeyen kanlı savaşların altında yatan gerçeklerden biri de budur. Türkiye’yi yıpratmak, bölmek için Asala ile başlayan terör yıllarca PKK ile devam etti. Egemen güçlerin saman altından desteklediği daha birçok terör örgütü Türkiye’ye adeta savaş ilan etmiştir.  PYD terör örgütü artık alenen ABD tarafından silahlandırılmaktadır. Ne yazık ki ABD bu silahlandırma işi için madden Birleşik Arap Emirlikleri gibi Müslüman bir ülkeyi kullanmıştır. Bir taraftan da dolar silahı sürekli ülkemizi zora sokmaktadır.
ABD’nin devamlı düşüşü karşısında süratle yükselmekte olan Çin, Yeni İpek Yolu Projesini 2013 yılında ilan etti. Bu ilan esnasında Çin, İpek Yolu güzergâhında olan ülkeleri de projeye katılmaya davet etti. Yeni İpek Yolu projesine göre, Çin’den Avrupa’ya hem demiryolu hem deniz yolu olmak üzere 2 muhteşem ticaret yolu oluşturulacak. Ticaret yolu dolayısıyla bu proje yol yolun üzerindeki ülkeleri ihya edecek bir projedir.
Ticaret yollarından biri deniz yoludur. Deniz yolu rotası, Hindistan’dan başlayarak Süveyş Kanalından geçecek ve İtalya’ya ulaşacak. İşte bu proje tüm dünyada büyük ilgi çekerken Türkiye’de yazılı ve görsel medyada küçük haberler halinde duyuruldu ve dikkat çekmedi. Ama Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan proje ile bizzat ilgilendi, seyahatler yaptı, müzakerelerde bulundu. Nitekim Türkiye Sudan’ın Kızıl Deniz sahilindeki SEVAKİN adasına askeri bir üs kurdu. Sevakin Sudan’ın Kızıldeniz kıyısında bir liman kenti, bu kentin kıyısında üzerinde tarihi kalıntılar bulunan ve aynı adı taşıyan bir ada bulunmaktadır. Kent de ada da Osmanlı tarihi açısından çok önemlidir. Ada ayrıca Afrikalılar için Hac kapısı niteliğindedir..
Sevakin adasını da Lozan’da, İsmet İnönü, Misaki Milli sınırları içindeki Musul, Kerkük, Batı Trakya, Hatay, Kıbrıs gibi, İngilizlere kaptırmıştı. Sudan 1956 yılında bağımsızlığını kazanınca ada Sudan’a geçti. 1918 yılında da büyük Afrika depreminde harabeye döndü.
Nitekim Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bizzat Sudan’a giderek Sudan Cumhurbaşkanı Ömer Beşir’e hala Afrikalı hacıların bir liman olarak kullandıkları tarihi kenti restore etme teklifinde bulunur. Görünür niyet adayı, Türkiye’den umreye gidenlerin tarihi kalıntıları gezeceği ve gemiyle Cidde’ye geçeceği bir turizm merkezi haline getirmektir. Ancak diğer taraftan Ömer Beşir ile anlaşan Türk Hükümeti Sevakin adasında bir de askeri üs kurdu. Ülkemizde gelecek vizyonu olmayanlar, bu girişimi şiddetle eleştirdiler, ne işimiz vardı Serakin’de. Aynı şekilde ABD de İsrail de girişimden rahatsız oldu. İlginçtir Obama döneminde burada askeri üs kurmak için ABD çok uğraşmıştı. Trumb da gelir gelmez üs girişimlerinde bulundu. Hatta Putin’de adayı almayı çok istedi. Adayı alamadı ama Kızıldeniz’de bir askeri üs kurma izni aldı. Ömer Beşir, Erdoğan haricindeki, adayı almak için yapılan tüm girişimlere hayır demiştir. Sonuçta Türkiye adayı almaya talip oldu ve adayı aldı.
Sevakin adası çok önemlidir. Tıpkı Yavuz Sultan Selim köprüsü gibi dünya ticaretinin merkezi konumundadır. Hatta bu ada Süveyş kanalı kadar önemlidir. Zira bu adadaki askeri üs izin vermezse Süveyş kanalından geçen gemiler geri döner. 
Bu noktada bizim muhalefetin dünyadan haberi yokken, Israil çoktan uyanmıştır.  Kızıldeniz’in doğu tarafında Arap yarım adasından sonra Akabe körfezi bulunur. Israil burada Akabe körfezinde Elyat’tan Aşdot limanına bir kanal açıyor. Bu da bir çılgın proje! Israil, kanalın yanısıra karayolu ve demiryolu da yapıyor. Kanal İstanbul çılgın projesini çılgınca eleştiren muhalefet bu projelere tık demiyor. İsrail bu yolla Kızıldeniz bağımlılığından kurtulacak ve hâkimiyeti altında ikinci bir ticaret yoluna sahip olacaktır. Eğer Mısır ve İsrail bu yolları Türkiye’ye kapatmaya kalkarlarsa Sevakin adasındaki kuvvetlerimiz devreye girecektir.
Ayrıca bölgede Çin 7.500 km’lik dev bir demiryolu projesini de gerçekleştirme yolundadır. Demiryolu Sudan’dan Senegal’in başkenti Dakar’a kadar uzanmaktadır. Bu projede Kızıldeniz’i Atlantik Okyanusuna bağlayacak. Sevakin adası bu projenin başlangıç noktası olarak da en uygun yer. Bu durumda bu muhteşem demiryolunun başlangıç noktasında da Türkiye’nin satın aldığı, Türkiye’ye ait askeri üst de olsa bir yer olacaktır. Zira Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler İsrail’in güdümüne girmiş, İsrail için çalışmaya başlamışlardır. Hatta Birleşik Arap Emirlikleri dâhil bu ülkeler, İsrail’in güvenliği için birçok adaya üst kurmaya başlamışlardır. Zira bu adaşlardaki askeri üstlerin silah tesis gibi işlerini İsrail menşeli ABD şirketi Black Worker yapmaktadır. Bu durumda Sevakin adasının coğrafi konumunun önemi ortaya çıkmaktadır. Bu adadaki askeri güç isterse Kızıldeniz geçişlerini tam ortadan kapatabilir…
Bu süreçte Türkiye Somali’de de askeri eğitim merkezleri inşa etmiş durumda, 1500 asker Türk subaylarının eğitiminde geçiyor ve hazır hale getiriliyor. Bilindiği gibi Katar’da da Türkiye bugün tugay seviyesine ulaşmış, bir askeri üst kurmuş durumda. Sevakin’deki askeri üstümüzü de düşünürsek bölgede, birbirleriyle de dayanışma yapacak ciddi bir caydırıcı askeri varlık oluşturmuş durumdayız. Türkiye ileriyi görerek böylesine oyun kurarken, yurt içinde muhalefet hala Erdoğan gitsin de ne olursa olsun gibi inanılmaz bir bilinçsizlikle adeta Türkiye düşmanlarının ağzından konuşmaktadır.  
Gelelim Yeni İpek Yolunun demiryolu ve karayolu hattına. Bu hat 65 ülkeyi kapsıyor. Çin’in pasifik Okyanusuna yakın tarafından başlıyor, Anadolu’ya giriyor, Yavuz Sultan Selim Köprüsünden Avrupa’ya geçiyor ve Manş denizinde son buluyor. 21 trilyon dolarlık bir işlem hacmi olduğu ekonomistlerce hesaplanıyor. Proje dünya yüzölçümünün % 26’sını kapsıyor.  4.4 milyar insan bu hatla birbirine kolayca bağlanıyor.
Proje kara yolu ile Orta Asya ve Orta Doğu’yu, Avrupa’yı; deniz yolu ile de Orta Doğu ve Afrika’yı canlandıracak, refah getirecek. Yani asırlardır ekonomik sıkıntılarla, savaşlarla boğuşan ülkelere refah getirecek bir proje bu. Böylece ABD tek süper devlet vasfını kaybedecek. ABD bu işin farkında ve o yüzden Kuzey Kore, İran ile cebelleşiyor ve YPG teröristlerine 5 bin TIR silahı fütursuzca veriyor, Kudüs’ü Israil’in başkenti ilan ediyor. İnanın dostlar Türkiye büyüme rekoru kırarken aniden doların fırlaması da bu yüzdendir. Recep Tayyip Erdoğan gitsin de Türkiye yine o eski yerinde saydığı, darbelerle, koalisyonlarla enerjisini tükettiği günlere dönsün, az gelişmiş ülke olsun, bölünsün, egemen güçlere muhtaç olsun.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti kurmayları da, ABD gibi bu işin çoktan farkındalar. Sözüm meclisten dışarı bilinçsiz muhalefet, ‘3. Köprü boşuna yapıldı, zarar ediyor’ gibi irrasyonel kötülemeler yaparken, Türkiye Yeni İpek Yolunun Avrupa’ya açılacağı kara ayağını yaptı bile. Köprü üzerindeki hızlı tren hattının sebebi de anlaşıldı zannedersem. Vizyon diye buna denir.
Bakü-Tiflis-Kars demiryolu ve Edine-Kars yüksek hızlı tren hattı projesi de Yeni İpek Yolu Projesi için oluşturulmuştur. Orta Asya’dan gelen hızlı trenler bu hattan Yavuz Sultan Selim Köprüsüne gelecekler ve oradan Avrupa’ya geçecekler.  
Bu dev, muhteşem projenin kalbi Yavuz Sultan Selim Köprüsüdür. Bu köprüyü israf olarak gören zihniyet, egosunu aşıp da etrafa şöyle bir baksa her şeyi görecek, ama nerde. Erdoğan düşmanı öyle kişiler tanıyorum ki sadece 2 muhalif gazete birkaç da muhalif TV kanalı izliyorlar. Onlar bu yazıyı bile okumazlar. Biz devam edelim Vizyon sahibi ekonomistlere göre, projeden sonra 20 yıl içinde Türkiye’nin alım gücü 4 trilyon 700 milyar dolara ulaşacak. Yani beş misli artacak.
7 Şubat 17-25 Aralık saldırıları, Gezi Parkı ayaklanması, hendek savaşları ve 15 Temmuz 2017 kanlı darbe girişiminin altında hep Türkiye’yi kaosa sürükleme böylece enerjisini heba ederek bölme, projenin dışına itme emelleri yatmaktadır. ABD, CIA’nin güdümündeki Almanya, Israil, Hollanda, Fransa Türkiye’ye savaş açmış durumdalar. Büyüme rekoru kıran Türkiye’nin notunu düşürüyorlar, iflas halindeki Yunanistan’ın notunu yükseltiyorlar.
Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Harekâtları şer güçlerin şer emellerini şimdilik boşa çıkardı ve zaten o yüzden birdenbire dolara yöneldiler.
Bu arada Doğu Akdeniz’in dev doğal gaz kaynakları da İsrail’in, Yunanistan’ın, Mısır’ın dolayısıyla ABD’nin, Rusya’nın iştahını kabartmış vaziyettedir. Suriye’deki, hatta Irak’taki kanlı mücadelelerin altında yatan temel sebep budur.
Aziz dostlar böylesine kritik bir dönemde, Türkiye’ye henüz bir çivi çakmamış ve devlet yönetiminde hiç deneyimi olmamış kişilere oy verilmesini son derece mahsurlu bulurum. Tüm samimiyetimle yazıyorum ki, eğer bugün rahmetli Atatürk sağ olsaydı Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın safında yer alırdı…
Saygılarımla,
4.06.2018-Fenerbahçe
HASAN EMRE OKTAY    

***
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN GERÇEK SAHİBİ;
ONURLU VE SORUMLU TÜRK SEÇMENLERİNE
DUYURU VE ÇAĞRI

Öncelikle, 24 Haziran 2018 Pazar günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve 27. Dönem Parlamento Seçimlerinin, ülkemiz ve milletimiz için hayırlı-uğurlu olmasını dileriz.
ANCAK, BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ADINA KAYGILIYIZ
Zira, bu seçimle birlikte tamamlanması öngörülen sözde başkanlık sistemi süreci, başladığı günden itibaren halkın tepkisine maruz kalmış, kamuoyunu derinden rahatsız etmiş; Dayatılan süreç ile yapılan uygulamalardan kamu vicdanı ikna olmamış, dönem içinde vaki teşebbüsler “halkı, bu endişe, kaygı ve korkularında” haklı çıkartmıştır.
An itibarıyla vatandaşlarımız geleceklerinden güvensiz, endişeli ve kaygılıdırlar.
ŞÖYLE Kİ;  
Hatırlanacağı üzere; Kadim ve saygın TBMM Başkanlarımızdan Hüsamettin Cindoruk, 16 Nisan 2017 Referandumunu şöyle tanımlamıştı: “Bu Referandum bir YIKIM HAREKETİDİR.” Yıkılması söz konusu edilen ATATÜRK’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti; Onun yerine geçecek olansa bir başka devlet idi!..
NİTEKİM:
4 Ağustos 2017 gecesi Ayhan Oğan CNN TÜRK’te yeni devleti çok açık bir şekilde tanımlamıştı:
“Şimdi biz yeni birdevlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır.”, “Yeni bir Türk Silahlı Kuvvetleri’nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık beyefendi.”, “Sosyal medyadan vatan kurtaran aciz yaratıklar bize saldırıyor, kimse bizim vatanseverliğimizi test etmeye kalkışmasın.”, “16 Nisan itibarıyla artık yeni bir süreç başlamıştır. Bu, devletin yeniden teşkilatlanma, organize olma sürecidir, yeniden inşa sürecidir.”, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk, kurucu partisi CHP’dir.”, “İkinci kuruluş, Türkiye’nin tam bağımsız, halkın devleti olarak dizayn edildiği, kurumsal yapıya kavuştuğu zeminin lideri de Tayyip Erdoğan ve onun yanında saf tutan siyasi liderlerdir. Ve o kuruluşun partisi de AK Parti’dir.”
Hüsamettin Cindoruk, tarihi basiret ve tespitinde: “Bu Referandum bir yıkım hareketidir. TBMM’ne bağlı parlamenter demokrasiyi yıkma hareketidir. Hangi yaşta olursak olalım, geçmiş Türkiye’de, güzelim Türkiye’de yaşayan herkes, siyasi parti ayırımı gözetmeden, Cumhuriyet’i savunmak ve Cumhuriyet’i korumak zorundayız” dedi. (8.4.2017-Anayurt)
Sonuçta: “CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLARIN OYU VE KARARI HAYIR” oldu.
16 Nisan 2017’de HAYIR oyu % 49’da kaldı. Anayasa değişti. Erdoğan’ın yeni devletine yönelik ilk adım atılmış oldu. Hükümetin üstüne muazzam bir şaibe sindi.
YSK’ya halkın güveni kalmadı.
24 HAZİRAN’A, HALKIN İTİMAD ETMEDİĞİ BİR YSK İLE GİDİLİYOR!..
24 Haziran 2018 günü Türk Milleti sandığa gidecek. Cumhurbaşkanı ve yeni TBMM üyelerini, Adalet, hakkaniyet ve hukuka aykırı biçimde dayatılan listelerden tercihlerini yapacak. TBMM’nin yapısı nasıl oluşursa oluşsun, eğer Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse YIKIM HAREKETİ tamamlanmış, ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i yıkılmış, olacaktır.
Eğer, Erdoğan birinci turda % 51 ile seçilemez ve seçim sonucu ikinci tura kalırsa, YIKIM HAREKETİ tamamlanamayacak ve iki hafta sonra bir daha sandığa gidilecektir.
25 Haziran’da böyle bir tablo ile karşılaşılır ise, ikinci tura kadar iki hafta boyunca neler olabilir?
Erdoğan İngiltere’de yaptığı açıklamalarda B ve C planlarından bahsetti.
Yeni bir ‘7 Haziran – 1 Kasım’ sürecini mi kastetti?
Bilemiyorum.
Bildiklerime gelince…
Bayar’ın Kızı Nilüfer Gürsoy:                                                              HAYIR Diyorum
Hüsamettin Cindoruk:                                      Bu Referandum bir Yıkım Hareketidir
İnönü’nün Torunu, Gülsün Bilgehan:                 HAYIRlı bir iş için Hepimiz Birleştik
T. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu: EVET diyen de Bizim, HAYIR diyen de Bizim
AKP (e) Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır: HAYIRlar Tükenmez
Mehmet Arif Demirer: ATATÜRK’e Saygılı Cumhuriyetçi Demokratlar HAYIR diyor
***
Görüldüğü gibi, Fethullah Gülen’in, Devletin (Yargının ve Güvenlik Güçlerinin) içine iyice yerleşmesinin yolunu açan 2010 Referandumundan önce, DP Genel Başkanı, tüm kadın DP’liler, hepimiz, çok güçlü bir şekilde HAYIR demiştik. Ben, HAYIR’ın nedenlerinin DP ile AKP arasındaki farklılıklara dayalı olduğunu savunmuş ve farkların başında iki partinin ATATÜRK anlayışı olduğunu belirtmiştim.
DP, köklü bir Cumhuriyetçi Demokrat parti idi. AKP ise ATATÜRK ve O’nun kurduğu Cumhuriyet ile sorunları bulunan bir parti!... Buna şaşmamak gerek çünkü AKP idarecilerinin önderi Necip Fazıl yazılarında devamlı ATATÜRK ve Cumhuriyet karşıtlığı üzerinde durmuştu.
Nitekim 2010 Referandumundan 7 yıl sonra gelen 16 Nisan Referandumu, Cindoruk’un çok açık bir şekilde vurguladığı gibi,ATATÜRK’ün Cumhuriyetinin YIKIM HAREKETİ idi.
Ancak iki referandum arasında olumlu bir gelişme de kaydedilmiştir:
HAYIR’lar7 yılda % 42’den % 49’a yükselmiş olup; Bu artış 24 Haziran’da da devam ederse, Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilemez. İlk turda % 40 – 42 arasında kalır.
İkinci turda alacağı sonuç hakkında tahminler ancak karşısında kimin olacağı belli olduktan sonra yapılabilir.İkinci turda Erdoğan’ın rakibinin kim olacağı hakkında bakınız aşağıdaki iki anket sonucu:
ANKET SORUSU No: 1) 80 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına: “T. C.’nin Yüzüncü Yıl’a girerken Cumhurbaşkanı kadın mı olsun, erkek mi?”
Cevap: 40 milyon kadın vatandaşın cevabı, % 90 oranında: Kadın (36 milyon)
40 milyon erkekvatandaşın cevabı, % 80 oranında: Erkek (32 milyon)
SONUÇ: Yüzüncü Yıl’a girerken Cumhurbaşkanı kadın olsun.
ANKET SORUSU No. 2) ATATÜRK, İnönü ve Bayar’a: “Türkiye Cumhuriyeti Yüzüncü Yılına girerken Cumhurbaşkanı kadın mı olsun, erkek mi?” CEVAP: KADIN
SONUÇ No: 2) Yüzüncü Yıl’a girerken Cumhurbaşkanı kadın olsun.
Bu tabloya bakarak ikinci turda Erdoğan’ın karşısında Meral Akşener olursa, Erdoğan kaybeder. Muharrem İnce olursa, Erdoğan’ın B ve C planlarını görmeden bir şey söylemek zor. Keşke 24 Haziran akşamı bir formül bulunabilse ve ikinci turda Erdoğan’ın karşısında kadın adayın (Akşener) olması sağlanabilse…
UNUTMAYIN!..
Necip Fazıl’a (31 Ekim 1949 tarihli BÜYÜKDOĞU Dergisi) göre,                   
ATATÜRK; Allah ve İslam Dini düşmanı, Cumhuriyet ise Türk Devletinin çöküşü idi.

CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR
HAREKETİ ADINA
Mehmet Arif DEMİRER